Bir kadı...
Bugüne uyarlarsak bir yargıç, bir hâkim...
Aynı zamanda bir şair ve bir ailurophile, tam bir kedi aşığı...
Sonra bir gün aniden ölüveriyor bu şair kadıya yaşama sevinci aşılayan: Onun adı Pisi...
Bunun üzerine şair kadı, Mersiye-i Gürbe’yi (Kedi Mersiyesi’ni) yazıyor.
‘Gürbe’ Farsçada ‘kedi’ demek; ‘mersiye’ ise Arapçada ‘ağıt’...
Olay -ya da okumakta olduğunu yazının fragmanı- bu kadar!
Şimdi esas hikâyeye geçebiliriz:
★★
Ah pisi, vah pisi...
En başta Alanya’dan meslektaşım, Trabzonlu edebiyatçı ve eğitim yöneticisi sevgili kardeşim Vahap Eren’in gönderdiği kısa bir video sayesinde haberdar oldum şair Meâlî’den ve onun ilginç şiiri Mersiye-i Gürbe’den. Belki lise edebiyat derslerinden hatırlarsınız; ‘mersiye’ Divan Edebiyatında ölüm üzerine yazılan, Halk Edebiyatımızdaki ağıt türüne karşılık gelen şiir türüydü.
2022 yılı biterken benim bir kedi dostu olarak günümü güzelleştiren gönderinin hemen ardından, esas kaynağın izini sürdüm. Instagram’da aynı konuyu işleyen nihayetdergi, Sevgili Vahap’ın gönderisinden sonraki ikinci referans durağım oldu. Muhteşem bir kısa video izledim. Ardından Yozgat-Bozok Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Özlem Şahin’in Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi 2017-yaz sayısında yayımlanmış Meâlî’den Nâmık Kemâl’e Kedi Mersiyesi başlıklı makalesini bulup okudum. İlginç telmihlerle ve Osmanlı kültürünün incelikleriyle dolu harika bir incelemeydi...
Ve son olarak Prof. Dr. Mustafa İsen’in İnternette yayın yapan Yeniden Ergenekon (yenidenergenekon.com) dergisinde yayınlanmış kısa yazısına eriştim. Birazdan, o yazının bir kısmını sizinle paylaşacağım.
O kaynakların istisnasız hepsi, birbirinden değerli notlar iliştirerek yaklaşık 450 yıl önce yaşamış kedi aşığı bir şairin -aynı zamanda döneminin bir büyük hukuk insanının- şiirini özel bir yere oturtuyor ve adeta kutsuyordu. İçinde geçmişi bugünle buluşturan merhamet, şefkat, incelik ve hassas hayvan sevgisi barındıran zarif dokunuşlarla...
Ne güzel bir medeniyet ve ne güzel bir örnek!
★★
Önyargılardan arınarak İçine girince; İslam’ı Türklükten soyutlamak için özellikle yırtınmayınca, bu ikisinin ruh ve beden gibi güzel uyumunu görerek mutlu olunca ve sonuçta İslam medeniyetini Araplaşmak olarak tasavvur etmeyince ilerlenen ufuklar da erişilen sahralar ve ummanlar da müthiş genişliyor.
Böyle düşünmem Arap medeniyetini küçümsemem ya da önemsememem değil, sadece bizim medeniyetimizin saygınlığının da ondan asla geri kalmadığını düşünmemden ve ifade etmemden ibarettir.
Her neyse, çağlar boyu sürmüş bu polemiği, kısır döngülerden hoşnut olanlara bırakıp şiire ve şaire dönünce aslında şiirde geçmeyen bir detayı daha hatırlıyoruz: Mancacılar...
Hatırlamayanlara: ‘Osmanlı'da bir meslek vardı: Mancacılık... Mancacı, kedi köpek yiyeceği demek olan mancayı, satar; dileyen mancacıdan aldığı yiyecekleri hayvanlara verir, dileyen parasını verir ve mancacı da onların yerine sokak hayvanlarını ve gidip kırsalda yaşamaya çalışan garipleri düzenli olarak beslerdi.’ Bu, yaklaşık dört asır varlığını sürdürmüş bir sosyal sınıftı. Meslek grubu olmanın daha ötesinde bir şeydi bu. Bugün, gönüllülük esaslı o sosyal sınıfın tam bir karşılığı yok!
(Kaynak: fikriyat.com)
★★
Yeniden şair ve kadı Meâlî’ye dönelim.
Az önce sözünü ettiğim Prof.Dr. İsen anekdotunda onun hakkında şu bilgiler yer alıyor:
“Şair Meâlî (1490-1536)
II.Bâyezid devrinin ünlü bilgin ve kadılarından Mustafa bin Evhâdüddîn Yarhisarî’nin oğludur. Asıl adı Mehmed olup İstanbul kadılığına kadar yükselmiş önemli bir kişinin oğlu olduğu için babasına nisbeten Yarhisarîoğlu, köse olduğu için de Köse Meâlî lakabıyla tanındı. Me’âlî, anne tarafından da ünlü Fenârî ailesine mensuptu. Arapça ve Farsça öğrenimini de kapsayan iyi bir tahsil gördü.
Meâlî, uzun burunlu, garip görünüşlü ve köse biri olduğu için kaynaklar fiziki görüntüsü hakkında da ayrıntılı bilgiler vermektedirler. O, güleç yüzlü, şirin sözlü, zayıf vücutlu, alıngan, şakacı biridir. İlmi kapasitesi ve İstanbul kadılığı gibi devletin üst seviyede görevlerinden birine yükselmiş bir zatın oğlu oluşu, ailesinin konumuna uygun bir öğrenim görmesi, Meâlî’nin de devrinin ileri gelen isimlerinden biri olmasını gerektirdiği, hiç olmazsa öğrenimini tamamlayınca iyi sayılacak bir göreve tayin edilmesi beklendiği halde o, hezeliyata düşkünlüğü ve gençliğinde toplumun ayak takımıyla düşüp kalkması yüzünden hak ettiği yerlere gelemeden kasaba kadılıklarında kalmıştır. (...)
Şehzadeliğinden tanıdığı Kanûnî Sultan Süleyman’ın tahta çıkması üzerine hayatı boyunca uhdesinde kalmak üzere Gelibolu kadılığına, Bolayır tevliyeti de eklenerek atandı. Bu yolla on yıl kadar rahat bir ömür sürdükten sonra Gelibolu’da öldü (1535-36?) ve oraya gömüldü.
Meâlî, neşeli mizaçlı, hafif meşrep, kendisini görenlerin gülmeden edemedikleri garip görünüşlü, köse bir adamdı. Mesleğinde yükselememesinde fiziki görüntüsünün de rolü olduğu gerçektir. Fakat bu zaafları yanında şairin meslekî bakımdan geri kalmasına sebep olan bir diğer özelliği, şiirlerinde hezle ve müstehcenliğe, devrin anlayışını zorlayacak ölçüler içinde yer vermiş olmasıdır. Dîvan şiiri, bu iki meseleye de açık bir yapı sergilemekle birlikte kuşkusuz bunun, devrin örfü içinde bir sınırı vardı. İşte Meâlî, bu sınırı zorladığı, hatta zaman zaman onu aştığı için gerek mesleki, gerekse özel hayatında sıkıntılara düşmüştür. (…)”
Meâlî, şiirlerinde sade, devrine göre anlaşılması oldukça kolay bir dil kullanmış. Onun şiirleri; genellikle humor, mizah ve ince bir yergiyi de içerir. Kedi Mersiyesi, tam da böyle bir örnektir.
(Devamı var...)